Affetmenin iyileştirici gücüne inananlardan mısınız yoksa affetmemenin iyileştirici gücüne inanıp size daha iyi geldiğini savunanlardan mısınız? Yani eğer birini affederseniz geçmişteki acılar, pişmanlıklar, üzüntüler için kendinize hakaret etmiş gibi hisseder misiniz yoksa karşıdaki kişiyi affetmenin yollarını arayıp, onun bu davranışına sebep olarak kendinizde de hata arar mısınız? Diyelim ki affettiniz ve geçmiş arada sırada sizi yokladığında bununla nasıl başa çıkarsınız ya da çıktınız? Peki ya affetmenin bir zamanı var mıdır?
Şimdi ne yapmalıyım diye sorduğumda psikoloğum ‘’sen artık hiçbir şey yapmayacaksın’’ demişti.
Sen bir şey yapmayacaksın, bundan sonra kim senin varlığını istiyorsa o bir şey yapacak.
Bu ailen için de geçerli, arkadaşların için de geçerli, iş yerindeki patronun için de geçerli, duygusal bağ kuracağın biri için de geçerli.
Sen artık kimse için herhangi bir fedakarlık da yapmayacaksın, şimdiye kadar yaptığın her şey fazlasıyla yeterli.
Bırak şimdi kim istiyorsa o adım atsın, kim sevgisini göstermek ya da sevgini kazanmak istiyorsa ya da kim senin varlığını yanında istiyorsa o çaba sarf etsin, sen değil… Anlaştık mı? Sen değil… Sen artık kimse için bir şey yapmayacaksın.
Bazen kötü geçen günlerin geçmesi, bazen de heyecanla beklenen bir günün gelmesi için arada olan günlerin sayısını önemsemeden bir an önce geçmesini isterken, arada geçen günleri heba etmek isterken acaba neye güveniyoruz, ne kadar eminiz o güne kadar yaşayacağımızdan, o günlerin son günlerimiz olmadığından ve de bizim bir an önce bitsin şu günler dediğimiz günler, acaba bu dünyadaki son günleri olan kac kişinin geçmesin şu günler, yavaş geçsin şu günler dediğidir?
Sahi evren acaba en çok kimlerin sesine kulak veriyordur? Yaşayacağından çok emin olup istediği güne ulaşmak için aradaki zamanın hızla akıp geçmesini isteyene mi, yoksa hastalığından dolayı ortalama ömür biçilen ve bırakın her günü her saati bile çok önemseyenlere mi?
Baba, küçük prensim! Bugün senin ölüm haberini alışım üzerinden iki hafta geçti. Sabah hastaneye çağırdıklarında gözlerimi kapatıp elimi kalbime koyduğumda hissettim baba ama hislerimi zorla bastırarak yine de bir ümit farklı bir şey duymayı temenni ettim baba ama gözlerimin içine baka baka başın sağ olsun dediler. Onların 2 saniye de söyleyip geçtikleri bir kelime benim bundan sonraki hayatıma geçmeyecek ve kabul etmesi çok zor olacak bir acı bıraktı baba. Kelime haznem ne kadar geniş olsa da bu öyle bir acı ki asla ifade edecek yeterli kelimem yok baba. “Bu gezegende acı yüklü çok ağır bir bavulla yapayalnız terk edilmişim gibi hissediyorum baba,” yüküm çok ağır ve ben nereye gidip, ne yapacağımı bu acı yükümle yolumu bulup nasıl ilerleyeceğimi bilemiyorum baba. Çoğu insan beni anladığını söylüyor ama anlamıyorlar baba Shakespeare’ın da dediği gibi hissedemediğin bir şeyi anlayamazsın, kimse benim acımı hissedemez baba, sen bambaşkaydın çünkü sen melektin baba, cenazendeki herkesin dediği gibi sana iyi demek yetersiz kalır sen melektin baba. Sana yoğun bakımda senin ellerin, gözlerin, her yerin melek sen meleksin demiştim ya, tek ben öyle düşünmüyormuşum baba, kimse sana iyi insandı demedi baba, herkes o melekti ve bu dünya için fazla iyiydi dedi baba. Yoğun bakımdaki halini görünce dayanamayıp çıkmaya yeltendim ama hemen geri döndüm, her şeye rağmen seni bırakamazdım baba. Önceden hastanelerde morg tabelasını görünce çok etkilenir hemen yüzümü başka tarafa çevirirdim baba ama seni görmek için dört gözle morg tabelasını aradım baba, seni aşırı özlediğim için hasret giderecektim baba ama seni tanıyamadım, bir izinden emin olmasam kimse beni senin o olduğuna ve öldüğüne inandıramazdı baba. Her şeyin bir sınırı var diyorlar ya baba ama senin iyiliğinin ve sevginin bir sınırı yoktu baba. Sevgisi ve iyiliği tükenmeyen meleğimdin sen baba. İnsanlar hala ölüm haberini sakladığım ve öldüğünü kabul etmediğim için beni suçluyorlar baba, şu gezegende en sevdiğim olan senin fiziken yanımdan ayrılışının ve artık asla seni göremeyecek olmanın berbat, tarifsiz hissini hemen kabul etmemi nasıl bekleyebilirler baba? Nerdesin baba, nerdesin yine beni korumana ve sarıp sarmalamana ihtiyacım var, karışmayın çocuğuma rahat bırakın çocuğumu demene her şeyden çok ihtiyacım var baba. Haykırasım var baba dağlara, taşlara acımı haykırasım var. Hayatımın tek odak noktası olan meleğim yalvarıyorum rüyama gel. Baba hani bir gün dişim çok ağrıdığında üzüntüden çırpınıp beni hemen nöbetçi hekime götürüp çıkışta da ben şimdi hemen ilaçlarını yetiştirip hemen acını dindircem bıdıkım demiştin ya, baba giderken bana inanılmaz bir acı bırakıp gittin ve bu sefer bu acımı dindirecek kimsem yok baba ama sana bunun için bile hiç kırgın değilim ben sana ne kırgın ne de kızgın olabilirim baba, rüyalarıma gel ve bu acımı benimle paylaş yeter baba. Seni tahmin edemeyeceğin kadar çok seviyorum küçük prens, “aklımdaki ve kalbimdeki en güzel bir odaya seni ve anılarını koydum ve orası benim her gün ama her gün kendi içimde seni anıp ziyaret edip ve seni asla unutmayacağım cennet manzaralı bir oda olacak baba!”
İnsanlar birbirlerini sık sık görünce tanıdıklarını sanıyorlar demiş
Milan
Kundera çok haklı olarak.
Zamanla insanları tanıdığımızı ‘’sanıyoruz’’ sadece. Önceden
çok şaşırırdım kısa sürede çok iyi arkadaş olana, kısa sürede sevgili olana,
evlenene vs. ne kadar tanıyorsun, ne kadar güvenebilirsin üç beş aylık bir
yıllık tanıdığın birine diye. Halbuki ne sık sık görüşmenin ne de paylaşılan,
beraber geçirilen uzun zamanın çokta bir katkısı yokmuş birini tanıyabilmek için.
Onu iki yıldır tanıyorum onu sekiz yıldır tanıyorum demek için kullandığımız bu
ikiler sekizler sadece birer rakamlarmış. İnsan bunu zamanla anlıyormuş. Zaman
aslında bir şeyleri anlamamıza yardımcı oluyormuş, birilerini tanıyabilmemize
değil!
Erasmus’un dostu Thomas More’u eğlendirmek için yazdığı ve
ona adadığı bu ünlü eseri, kendini zeki sanan herkesi iğneleyici bir dille
eleştirmekte ve alay etmektedir.
Felsefe ile gülmeyi de birleştiren bu kitabın eşsiz
anlatımıyla zaman zaman kendinizi gülmekten alıkoyamayacaksınız.
Altını çizdiğim yerlerden bazıları şöyledir:
Benim bir cilam ya da herhangi bir
ikiyüzlülüğüm yok; ayrıca, kalbimde bulunmayan bir duygunun görüntüsüne alnımda
da hiçbir zaman rastlanamaz.
Doğum yerimi de bilmeyi isteyebilirsiniz;
çünkü bugün, bir çocuğun ilk çığlığı attığı yerin, soy sop açısından önemli
olduğunu düşünüyorlar.
En güzel hayat, bilgeliğe hiç bulaşmamış
hayattır.
Sadece delilik, gençliğin hızla geçişini
ağırlaştırır ve sıkıcı yaşlılığı uzaklaştırır bizden.
Maymun, erguvan sarındığında da maymundur.
Kendinden nefret eden biri, bir başkasını
sevebilir mi? Kendisiyle barışık olmazsa, başkalarıyla olabilir mi? Kendi
varoluşuyla usanmış ve yorgun ise, bir topluluğa hoşluk getirebilir mi?
İnsanoğlu kendini bilgeliğe ne kadar verirse, o
kadar uzaklaşır mutluluktan.
Günahlarınız, papazlara ödediğiniz parayla
değil; günah korkusu, gözyaşları, uykusuz geceler, yalvarışlar, oruçlar ve
diğer iyi eylemlerinizle affedilir.
Elindeki pergelle, üç eğri çizebilmeyi
başaran kendini Euclid sanır.
Bazılarının
yalnızca umudu vardır ve mutlu olmak için, gördükleri düşlerin yeteceğine
inanırlar.
Zamanımızın
prenslerine bakın bir; yasadan anlamaz; halk düşmanı; kösnü budalası;
özgürlükten, bilgiden ve gerçeklerden ödü kopan; memleketin yararını hiç
düşünmeyen; nalıncı keseri gibi kendine yontan birini bulursunuz.
Vergi
toplama haklarını korumak için, ellerine geçirdikleri her tür silahla
savaşmaları görülesi bir şeydir. Biçare halkı aldatıp kazandıklarının onda
birinden fazlasını almak isterler ve kendilerine eski kitaplardan pay kapmaya
çalışır nasıl da keskinleştirir gözlerini! Ama iş, topladıkları vergilerle
halka nasıl hizmet etmeleri gerektiğini anlatan bölümlere geldiğinde, körleşir
gözleri.
Bilgilendiğiniz
kadar, üzülür, öğrendikleriniz kadar mutsuz olursunuz.
Bilge
kederle, deli neşeyle doludur.
Bildiğiniz
gibi, kral saraylarında bilisizleri ve aptalları, zeki ve önemli kimselere
yeğlerler.
Grekler
eskiden: belleği geniş olan iyi konuklardan nefret ederiz, derlerdi.
Erasmus, D. Deliliğe Övgü. İstanbul: Oda
Yayınları.
Her şey yolunda giderken ortaya çıkabilecek olan olumsuzlukları öngörüp
hesaba katamamak. Genelde birçoğumuzun sorunu bu değil mi? En basitinden hafta
sonu havanın güzelliğine aldanıp piknik planı yaparız, çoğu kez yağmur yağma
ihtimalini hesaba katmadan. Hava durumuna bakıp kontrol etmeyi ona
göre mekan seçimi yapmayı bile gerek görmeyiz, çünkü hava o kadar güzeldir ve her
şey o kadar yolundadır ki bunu asla düşünüp hesaba katmayız. Hiç yağmur
yağmayacak bir olumsuzluk ihtimali bile olmayacak gibi hareket ederiz.
Sonuç mu? Hayalkırıklığı…
İkili ilişkilerimiz yolunda giderken hiç düşünmeyiz bir gün her şeyin terse
döneceğini çünkü tahmin bile edemeyiz çıkarlar söz konusu olduğunda insanların
ne kadar da değişebileceğini çıkarları için bambaşka biri olabileceğini.
‘’Çıkarlar’’ şu bir kelime değil midir ki zaten insanoğlunun başına en büyük
kötülükleri getiren? Bu kelime yüzünden değil midir ki çıkan onca savaş? Bu
kelime değil midir her şey yolunda giderken bir anda çıkar ilişkilerinin
ters düşeceğini ve doğuracağı sonuçları öngöremeyen liderler yüzünden onlarca
insanların ölümüne sebep olan?
Eğer öngörmekten yoksunsak sonunda zararlı çıkmaya da mahkum oluyoruz. Ama
eğer öngörürsek hayatımızda her şey yolunda giderken bile bir şeylerin ters
gidebilme ihtimalini hesaba katarsak, hiç kimseye ve hiçbir şeye tamamıyla
güvenmezsek ve tedbir alırsak zararı ve acıyı en aza indirmiş oluruz.
Machiavelli Prens adlı kitabında belirtmiştir bu cümleyi ‘’Güzel havalarda
fırtınaları öngörememek insanların ortak kusurudur’’ diye. Haklılık payı çok
yüksek olarak…
Soğuk savaş sonrası orta ölçekli güçlerin uluslararası dinamikteki
yerini ve potansiyel gücünü içerir.
Spesifik bir alanda sağlam etkileri, söz hakkı olacak kadar kapasitesi olan fakat genelde orta ölçekli güç olmalarından dolayı hedeflerini hayata geçirebilecek kadar gücü ve imkanı olmayan ülkelerin konu olduğu diplomasi türüdür.
Kıbrıs’ta olan üniversitelerin çoğunun eğitim
dili İngilizcedir. Ve genellikle anadili İngilizce olan, birçok ülkelerden
gelen akademisyenler tarafından İngilizce eğitim almış olmanın size kariyer
anlamında avantajı çok olacaktır.
Dünyanın neredeyse her yerinden gelen öğrencilerle
aynı üniversitede eğitim almak hem dil
hem de farklı kültürleri tanımak açısından avantajlıdır.
Kıbrıs’ta olan okulların fiyatları Türkiye ile
kıyaslandığında Kıbrıs’ta okumak daha ucuza gelmektedir.
Kıbrıs’tan aldığınız diploma Türkiye’de de geçerlidir.
Kıbrıs suç oranının çok düşük olduğu bir ülke
olduğundan huzurla yaşayıp, okuyabilirsiniz.
Trafik kurallarına uymayan insan sayısı çok az
olduğundan araba kullanımı için rahat ve de yayalar için güvenlidir.
Kıbrıs’ta neredeyse hiçbir kış kar yağmaz ve
Türkiye kadar da soğuk olmaz. Sıcak havaları sevenler için bu da bir
avantajdır.
Araba ve benzin fiyatları da Türkiye ile
kıyaslandığında ucuzdur ve bu da Kıbrıs’a Türkiye’den arabası ile gelecek ya da
Kıbrıs’ta araba almayı planlayan öğrenciler için avantajdır.
Stefan Zweig’ın bu kısa ama etkileyici kitabını okurken kendinizi sanki uzun süredir olayın içindeymiş gibi hissedebilirsiniz. Kitap kısa ama sarsıcı. Okurken beni çok etkiledi ve açıkçası üzdü de, insan bu kitabı okurken, bir kadın bir erkek için neden kendini bu kadar yıpratır ve de duygularını frenleyemez diye düşünmekten kendini alıkoyamıyor. Hem de onu hiç önemsemeyen ve de karşılıksız bir aşk beslediği birine karşı. Aslında eleştirmeye kimsenin hakkı yok, sonuçta herkesin karakteri ve gücü aynı değil.
Kitaptan altını çizdiğim yerlerden bazıları şöyledir :
Daracık hayatlar yaşayanlar, kapılarının önünde boy gösteren her yeniliğe karşı daima merak duyarlar.
Yeryüzünde hiçbir şey yoktur ki tıpkı bir çocuğun, hiçbir umudu olmadığı için, karanlıkta kalan, kaynayıp giden sevgisine benzesin.
Dostlar da gelecekler belki, çiçekler getirecekler fakat bir tabutun üstünde çiçekler ne ifade eder ki?
Seni yanımda hissettiğim zaman yıldızları başımın üzerinde görmediğim için şaşırmıştım, kendimi öylesine yakın hissediyordum gökyüzüne.
Ve şuna inanıyorum, beni, ben ölüm döşeğinde yatarken çağırsaydın bile kalkıp sana koşmanın gücünü derhal bulurdum kendimde.
Fakat sen kimsin ki benim için, beni asla, asla tanımamış olan sen, yanımdan sanki ben bir su birikintisinden daha fazlası değilmişim gibi geçip giden, beni sanki bir taş parçasıymışım gibi rastgele bulan, daima çekip giden ve beni sonsuz bir bekleyişin içinde bırakan sen.
Zweig, S. (2017). Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu. İstanbul: Roman Oda Yayınları.
Hem yaz hem kış sağlıklı ve hafif bir yiyecek arayışındaysanız bu kolay ve doyurucu sağlıklı yeşil mercimek yemeği tam da size göre;
2 su bardağı yeşil mercimek
2 orta boy patates
1 orta boy havuç
5-6 su bardağı su
1 yemek kaşığı zeytinyağı ya da sıvıyağ
1 yemek kaşığı salça
1 çay kaşığı kırmızı pul biber
1 çay kaşığı tuz
1 çay kaşığının ucuyla karabiber
Yapılışı
Bir tencereye yağı ve salçayı ekleyin, salça kavrulduktan sonra tuzu ve diğer tüm baharatları ekleyin, soyup, ince küçük küp küp doğradığınız patatesleri ve havucu da ekleyerek karıştırın, sonra daha önceden yıkamış olduğunuz yeşil mercimekleri de ekleyin hepsini iyice karıştırdıktan sonra son olarak suyu da ekleyerek pişirin. (Not kişi sayınız az ise bir su bardağı yeşil mercimek ve bir adet patates kullanın)